Büyükçekmece, Berk Altındeniz

Berk Altındeniz’in peşine takılıyoruz Büyükçekmece sokaklarında. Ayaküstü Marangoz’a uğruyoruz, eski Televole kameralarına bakmaya. Oradan Cüneyt Abi’lere geçelim diyoruz, gelir misin?

Havaalanı çıkışına yirmi dakika erken gelen, hafif yatırdığı koltuğunda Khruangbin – Cómo Me Quieres dinleyip çıkmanı bekleyen ve acıkmışsındır diye yanında badem, leblebi, çubuk kraker gibi kıtırtılı yiyecekler olan biri Berk.

İlk kez Cape Town‘da, The Gin Bar‘da karşılaşıyoruz. Bavulları otele atıp, fermuarını bile açmadan oraya varmışım. Sen kimsin, ben neyim konuşmalarından önce “Yoldan geldin, yorgunsundur, bir cin?” diyerek kazanıyor kalbimi. Sonra da kalbe iyi gelen bir kokteyl söylüyor. O gece kaç kadeh içtik, kaç mekânda gezdik, kaç konudan kaç diğer konuya atladık şu an anımsayamıyorum.

Hatırladıklarım, bambaşka yerlerden gelmiş yollarımızın bizi birleştirmesi, kahkaha tınılarındaki yüksek frekans ve Lion’s Head‘e gün batımı izlemek için tırmanma kararı alışımız. Coşkunun dozunu fazla kaçırıp karanlık çöktükten sonra kayalıklardan öndekilerin sesini takip ederek inişimiz ama kaybolmayışımız. Yanında, hayatını en az senin kadar düşünen bir insanın daha olduğuna duyulan güven. Cape of Good Hope‘a, dünyanın sonuna vardığımızda, okyanusun ötesinde, içinde, tepesinde yaşayanlar hakkında dönen uzun muhabbetler.

Sonra, araya yapılması gereken işler, bulunulması lüzumlu yerler, katılınması şart toplantılar, karla kaplı balkonlardaki saksılar ve yapraklarını döküp yeniden yeşile dönen ağaçlar giriyor. Viyetnam‘dayız bu sefer. Muzlu çekirdek çitlediğimiz taburelerde, gelen geçenle tanışıyor, isimlerini soruyoruz. Doğru telaffuz etmek için birkaç kez tekrar ediyoruz. Diêp. Ne demek? Yaprak. Çok güzelmiş.

Kamboçya‘ya geçeceğiz ertesi gün. Hiç uyumamışız. Yeninin adrenalini pompalanıyor damarlarımızda. Pırpırlı uçağa biniyoruz. Korkunç bir türbülans. Hayatta kalabilecek miyiz? Yan koltukta tırnaklarını koluma geçirmiş yabancıya sakin olmasını salık verdiğim saniyeler. Bugüne kadarki yaşamımın sinopsisi geçiyor aklımdan, beynimin içindeki görüntüler ona eşlik ediyor. Tekerler yere değdi. Bu sefer de ölmedik. MüteşekkirAngkor Wat‘ta güneşin doğumununa yetiştik. Büyülü bir an daha eklendi birlikte yapılanlara.

İnsanları en iyi yollarda tanırsın derler. Emin değilim. Ben çocukluğunun tanıklarının yanında fütursuz olduklarını düşünüyorum. Berk’i teşekkür ederim”i nasıl telaffuz ederiz diye Dualingo indirmeye çalıştığımız otobüs yolculuklarından çok, “Hadi atla gel, burda kalırsınız, yatacak yer var,” diyerek çağırdığı Büyükçekmece davetlerinde tanıdım. Denizaltıcı dedesinin, bir zamanlar Yeşilçam yıldızlarının müdavimi olduğu Balıkosman‘ı nasıl kurduğunu; babasının işlettiği yıllarda Galatasaray Kulübü‘nün meskeni oluşunu; endüstri mühendisliğini bırakıp aile işini devralması anektodlarını dinlerken.

Simit-peynir-zeytin üçlüsüyle değil, kuru fasulye pilavla başlanılan Büyükçekmece sahillerinde turladık. Bizi bir anda Berlin‘e, Neukölln‘e ışınlayan Marangoz‘un koltuklarında oturduk. Cüneyt Abi uğradı sofraya, birkaç şarkı tıngırdattı yanımızda; futbol oynadık, rüzgâr olsa sörf de yapacaktık ama o gün rüzgâr düşüktü. Başka zamana sakladık.

Nasliç (Neapoli)‘ten göçenlerin mahallesi, Büyükçekmece’deyiz bugün. Berk’le.

Hazal

“Köprünün bu tarafı Mimarsinan. Rumlardan kalma adıyla Kalikratya.”

Mahalle: Büyükçekmece. Mahalleli: Berk Altındeniz. Fotoğraflar: Deniz Sabuncu.

Berk Altındeniz

13:30’da Galata‘da otoparktan çıkıyoruz yola. Arabada dört kişiyiz. Büyükçekmece‘ye daha önce giden sayısı bir. Takribî varış saati 14:30. Trafik, kaza, bozulmuş ışıklar olmazsa. Siteler. Otobanda dikkatimizi çeken şeyler. Heyula değil. Gözün alabildiğince dizilmişler. En son geçtiğimizde bu soldakiler var mıydı? Peki ya şu karşıdakiler? Buradan en son ne zaman geçmiştik acaba? Havaalanı yolu kapandığından beri hiç belki de.

Binalarda yaşayan insan sayısını hesaplamaya çalışıyoruz. Çok. Binden fazla mıdır? Birbirinin aynısı pencerelerde bölük pörçük gördüğüm hayatlara gidiyor aklım. Dantelli, araba figürlü perdeler, beyaz storlar, cama yerleştirilmiş peluş mor bir zürafa, ortancalar, sakızdan çıkma yapıştırmalar. Kapı komşusu, birbirine tezat ne kadar çok hayat var. Ve AVM‘ler. Henüz onlardan bahsetmedim. Kilometre başına bir tane sanki. Bursa yolundaki şeftali satan kamyonlar misali. Kuyumcukent diye AVM varmış! Alışveriş Merkezi Yatırımcıları Derneği bilgilerine göre Ocak 2021 tarihi itibariyle Türkiye’de bulunan 436 AVM’nin 125 tanesi İstanbul’da. 2021 sonuna kadar açılması planlanan AVM’ler ile birlikte 136 olacak. Düğün salonları, fuar alanları, Mahmutbey‘de İbrahim Tatlıses üst geçidinde duran araçlar ve açılan camlar. Varış saatimiz 14:46 olarak güncellendi.

Büyükçekmece’ye girdiğimizde geride bıraktığımız egzoz ve betonların aksine mavi, kükürt kokusu, cankurtaran kuleli kumsal, denize nazır masalarda okey oynayanlar bekliyor bizi. Çocukluğumuzun sayfiye hayatına dönmüş gibiyiz şimdi. Arabayı park ettiğimiz anda ayakkabıları çıkarıp terlikleri giymek; bagajdan deniz yatağı, havlu, şemsiye alıp sahile doğru yürümek hissi hâkim. Berk kapıda. Balıkosman‘ın merdivenlerinden çıkıp, denizi benim soluma, Elif‘in sağına aldığımız; fonda Asu MaroNilüfer‘in bize eşlik ettiği masada dinlemeye başlıyoruz hikâyesini. Büyükçekmece’nin. Hiç bilmediğimiz.

“Mimar Sinan tarafından 1567 yılında yapımına başlanan, gölle denizin birleştiği noktada yer alan köprünün sonrası Büyükçekmece. Şu an içinde olduğumuz mahallenin adı Mimarsinan. Eğer Büyükçekmece’ye tarihî gezi için gelmişseniz Kültür Park içindeki Sokullu Mehmet Paşa CamiiKervansaray ve Hamam‘ı görmeniz şart. Ama siz benim mahallemi sordunuz. O zaman köprünün sonrasından başlıyorum anlatmaya. Mimarsinan’dan bu tarafa doğru gelince (Kumburgaz tarafını işaret ediyor) Mimaroba, Sinanoba, Ekinoba diye devam ediyor harita. Oba bir göçebe topluluğunun konak yeri demek. İçinde bulunduğumuz parsellerin tarihini anlatıyor aslında. Büyükçekmece tarafı benim çocukluğumda yoktu. Yazlık yerdi. Birkaç site vardı sadece. Mahalle olarak en eskisi Mimarsinan. Rumlardan kalma adıyla Kalikratya. Mübadele zamanı burdaki Rumlar, Selanik‘e gidiyor. Selanik’teki Müslümanları memleketlerine geri getiriyorlar. Yerel halkın büyük kısmı Yunanistan, Nasliç‘ten göçmen. O dönemde bu bölgede tuğla fabrikaları var. Ahşap teknelerle tuğlaları Haliç‘e götürüyorlar. Bu dükkâna ismini veren Osman dedemin babası da o işi yapıyor. Üç ahşap teknesi var. Dönemin armatörü: İsmail Kaptan. Ancak olaylar denizin üzerinde iyiye işaret etmiyor, bir süre sonra iki tekne batıyor, tayfalar ölüyor. İsmail Kaptan son kalan tekneyi satıp şu an oturduğumuz yerin altında küçücük bir kulübe alıyor. Balıkosman‘ın öyküsünün ilk bölümü bu.

Berk, dedesi Osman’ın portresiyle

Dedem Osman, astsubay. Denizaltıcı. İki sene görev için İngiltere‘ye gidiyor. Hayatını denizaşırı ülkelerde, dünyayı keşfederek yaşayacak. Kararlı. Ancak verem oluyor. Emekli ediyorlar askerlikten. Geri dönüyor obasına. Bizim ailede denizle iş yapmak isteyen bozguna uğruyor sanki. Yapacak pek bir şey yok. Burayı işletmeye başlıyor. Balıkosman, sahil kenarında kat kat bina değil tabii ki. Derme çatma bir kulübede mahallenin sulu yemekçisi. Sabahları denize açılacaklar veya balıktan dönenler kuru fasulye-pilava oturuyor. Öğlenleri ekşili köfteye, bulgura. Aile işletmesi tam. Üst katta babaannem ve dedem yaşıyor, aşağıda dükkân yemekler bitene kadar açık. Altı kardeşin en büyüğü olan babam bu binada doğuyor. Ardından iki amcam ve üç halam.

Dedemden sonra babam ve iki amcam dükkânı devralıyor. Onlarla birlikte büyüyor: sulu yemekçiden önce mahallenin, sonra İstanbul ahalisinin müdavimi olduğu bir meskene dönüşüyor. Bir amcam marangoz. Onun eğitimini almış. O dükkânın yapım ve tamirat işleriyle ilgilenirken babam da gelen gidenle muhabbetten, şimdiki adıyla müşteri ilişkilerinden sorumlu. Ne amcam ne de babam esnaf olmayı planlamıyor aslında.

80 darbesi oluyor. Özal geliyor. Türkiye ekonomisi yükselişte. Restoranın en çok iş yaptığı dönem 80’ler sonu, 90’lar başı. Yeşilçam yıldızları kaçamak yapmaya, paparazilerden uzaklaşmaya geliyor. Bunun sebebi de dedem Osman. Alemci adam. İkide dükkânda iş bitermiş, Osman doğru Beyoğlu’na. Sabaha kadar Krependeki İmroz‘da, Pera sokaklarında takılmaya; tanıştığı sanatçıları, aktörleri, yazarları Büyükçekmece’de toplamaya. Ediz Hun‘lar, Filiz Akın‘lar, Türkan Şoray‘lar. 99 depremine kadar Balıkosman çok popüler.

Seyyahart‘ın Balıkosman duvarındaki işi

Dedem yaşlanıyor, dükkânı yavaştan babama emanet ediyor. Babam koyu Galatasaraylı, hatta yönetim kurulunda. Onunla birlikte yeni bir kitle şekilleniyor. Galatasaray takımı, yöneticileri, sporcuları. Aile geleneği devam ediyor. Babamdan sonra 2006’da kuzenim, 2012-2013 gibi de ben devraldım. Kuzenim iç mimar. O çehresini değiştirdi Balıkosman’ın; ben ahalisini, yemeklerini, müziklerini. Maç yayınlarını kaldırdık, Büyük Ev Ablukada çalmaya başladık bir pazar günü. Erkek erkeğe gruplar azaldı, kız kıza da gelinmeye başlandı. Hep çok iyi bir balıkçıydık ama ben yeni bir şeyler denemek istedim.

Deneysel çarşamba” konseptini oturttuk bir süre mesela. Her çarşamba elimizde mevsimsel ne malzeme varsa onlarla yeni tarifler denedik. Kimisi sırf onlar için gelmeye başladı. Bugün ne bulacağının heyecanıyla. Kimisi de ikram etsen yemez. Lavunya, ahtapot sigara böreği, suquet de peix, reyhanlı haydari, levrekli enginar dolması böyle girdi menüye. Ama durun, Ahmet Can‘ı çağırayım da biraz o anlatsın.”

Ahmetcan Şef

Balıkosman’ın mutfağı Ahmet Can‘da

Film gibi yaşarız biraz hayatı

“Sülalemle bir arada yaşıyorum ben. Dedem 65-70 yıl önce buraya geliyor. Eski sinemacı. Açık hava sinemaları varmış. Hâlâ sağ. Daha telefonlar yokken başlamış mesleğe,” diyerek anlatıyor dedesini. Sonra devam ediyor: “12 hane bir aradayız. Mutfak eğitimimi tamamlamak amacıyla Barcelona’ya gittiğimde zorluk çektim çünkü arkadaş, akraba bağlarım kuvvetlidir. Matraktır bizim aile. Coşkuludur, neşelidir, her haftasonu bir olay vardır. Geçen dansöz vardı mesela evde, öyle anlatayım. Belki de dedemin sinemacı olmasından kaynaklı, film gibi yaşarız biraz hayatı. Normalde eve gittiğinde yatarsın dinlenirsin, ertesi güne hazılanırsın ya, bizde öyle bir şey yok. Gece işten bitap dönmüş olsam bile, illaki bir mangalın, şen şakrak bir muhabbetin ortasına düşerim. Hayatımda yeni arkadaşlarım pek yoktur. Giderim ama dönerim. İleride bir gün emekli olunca bir arada, komün yaşanacak günlerin hayalini kurar insanlar, biz onun içinde yaşıyoruz zaten. Eğlenceye gitmeyiz. Eğlence gelir eve Cüneyt Abi’yle. Bakın geldi bile.”

Cüneyt Abi

Cüneyt Abi

Cüneyt Abi, bir sandalye çekiyor o sırada yanımıza. Büyükçekmece’de Roman Mahallesi‘nde yaşıyor. Berk’in amcasının asker arkadaşı. Mutluluğun reçetesi gibi. Ne zaman birinin canı sıkkınsa Cüneyt Abi’yi arıyorlar burada. Darbukasını ve kanun, klarnet, keman çalan arkadaşlarını kapıyor. Bugün yoklar ama. Ekibin çoğu, belediyenin sunduğu 2 bin TL yardımı almaya gitmiş.

Normalde bu günlerde ya Bodrum ya Antalya‘da turnede olurlarmış ama bu yıl daha İstanbul’da. “Selanik göçmeniyiz,” diye konuya giriyor, “evde canınız mı sıkıldı? Arayın bizi, toplanır geliriz, keyfinizi yerine getiririz,” diye anlatmaya devam ediyor. Yetmiyor bize sohbeti. Peşinden gidiyoruz mahallesine.

“Çocukluğum, bu futbol sahasındaydı işte,” diye anlatıyor Berk. İnsanın içindeki haylazlığın, haşarılığın, heyecanın hiç bitmediğini düşünüyorum doğup büyüdüğü yerde.

İllüstrasyon: Ayşe Ezgi Yıldız

  1. Şevket-Şaban kardeşlerin sahibi olduğu Onur Börek‘te, öğleden sonraya kalırsanız biten kıymalı kol böreğinin.
  2. Halil Usta‘da o gün ne çıkmışsa diye sorup masalara oturmanın, mahalleliyle sohbetin. (Buralarda sabahları kuru fasulye pilav yemek âdettendir. Yolunuz erken düşerse kesin deneyin.)
  3. Dükkânda değilsem, Can’ın Meyhanesi‘nin. Ciğer ve paçanga börekli rakı masasının.
  4. Marangoz‘da, Bodrum tabiriyle löşmenin. Her masada tanıdıkları bulup havadan, sudan ve hayattan konuşmanın.
  5. Dükkan-ev arasında Mimarsinan sahil yolunda yürüyüşün.
  6. Cüneyt Abi’yle Roman Mahallesi‘nde buluşmanın, arada bir sahaya girip top sektirmenin.
  7. 1976’dan beri aynı yerde bulunan İsmail Şafak‘ta vişneli bademli dondurma yemenin.

Marangoz
Eski Televole kameraları, annenin çeyizlik koltukları, tüplü televizyonlar arasında bir yerde.

Gözlerimizi Balıkosman‘da kapattık. Açtık. Bir anda Berlin‘deyiz. Sanki. Schwarze Traube. Akla geldi. Ama hayır. Hâlâ Büyükçekmece‘deyiz. Marangoz‘un tren raylarının altına döşenen kütüklerden yapılma masaların etrafında toplandığımız, büyükanne evindeki radyonun konsollarda sergilendiği ortamında.

Şaşkınlığımız kapıda başlıyor. Eski arabalar var. İçeriye daldığımızda, solda motorlar. Orkun ve OrunManisa‘ya Aydın‘a gidip çalışan çalışmayan ve hoşlarına giden bütün araçları topluyor. Sonra tamir süreci başlıyor. Akü, kasa — yenileniyor, boyanıyor. “Burada gördüğünüz her şey tıkırında,” diye anlatıyorlar. Süs olsun diye değil. Üzerine atlayıp gidebiliriz.

2013’te Orun üniversiteye giderken abisi Orkun da aileyi toplayıp Muğla‘ya yerleşiyor. Kötekli‘de ilk dükkânlarını açıyorlar. Bir yandan atölye, bir yandan da mahallelinin uğrak yeri. İki yıl sonra Orun’un okul hayatı bitince toplanıp geri geliyorlar, Büyükçekmece’ye.

Eski şeyler bulmayı, insanların “hurda” diye tabir ettikleri eşyalara nefes aldırmayı seviyorlar. Paslananlar temizleniyor; tahta oymakta kullanılan parçalar, kül tablası oluyor mesela. Açtıkları ilk dükkânın adı Hurdacı. Sonrasında Marangoz, hem atölye hem de arada DJ partilerinin olduğu bir alan olarak Barlar Sokağı‘nın orada hayatına başlıyor. Semtin gençleri yanda rakıya oturmuş ailelerinden biraz uzakta kalmak, özgürlüklerini yaşamak; Marangoz da Barlar Sokağı’nın gürültüsünden uzaklaşmak isteyince şu an bizim olduğumuz yerine taşınıyor.

Marangoz’da rakı yok. Öyle dertlenilen, acıklanan sofralar da. Burası Neükölln‘ün ruhunu almış — eski Televole kameraları, annenin çeyizlik koltukları, tüplü televizyonlarla birleştirmiş; sonunda önünde bira açıp içeceğin, yan masadakileri zaten tanıdığın, daha önce denk gelmemişseniz de az sonra muhabbeti koyultacağınız bir meskene dönüştürmüş. Hiç yok, kalkasımız.

Büyükçekmece‘de otobanın kenarında, “Yelken Kulübü, Sörf Okulu” yazan bir tabela dikkatimizi çekiyor. Duralım mı? Duralım! Büyükçekmece’de sörf okulu mu varmış? Varmış.

Meğer burası Alaçatı‘dan, Akyaka‘dan bile daha çok rüzgâr alırmış. Rüzgâr sörfü için son derece elverişli bir alanmış. Efe anlatıyor bizi tahtaların, yelkenlerin park edildiği garajda gezdirirken. “Sonra da isterseniz tekneyle bir tura çıkalım,” diyor.

Efe

Efe merhaba, seni kısaca tanıyabilir miyiz?

20 yaşındayım. 11 yıldır aktif olarak rüzgâr sörfü yapıyorum. Aynı zamanda Piri Reis Üniversitesi’nde Uluslararası Ticaret ve İşletme okuyorum.

Büyükçekmece’de deniz sporları neden cazip?

Büyükçekmece Mimarsinan Windsurf Kulübü, İstanbul’daki çoğu sörf kulübüne oranla daha donanımlı ve burada yılın hemen hemen her günü rüzgâr var.

Kimler sörfe geliyor?

Sörf yapmanın herhangi bir yaşı yok. 7’den 70’e herkesin rahatlıkla yapabileceği bir spor dalı. Aynı zamanda her iş dalından insan bulunuyor kulübümüzde. Nestlé’nin Orta Doğu Balkanlar ve Avrupa CEO’su ya da benim gibi öğrenciler var. Her yaş, köken ve toplumdan gelen kişileri bir araya getirip âdeta sınıfları aradan kaldırarak herkesin eşit haklara sahip olduğu bir kulüp ortamına sahibiz.

Sörf, yelken, kite? Hangilerine uygun Büyükçekmece?

Büyükçekmece, yelken ve sörf için ideal. Genel olarak poyraz eser burada. Rüzgârın geliş açısı veya dalgaların çok büyük olmaması gibi etkenler, bu sporları öğrenmeyi kolaylaştırır.

Roman Mahallesi, Büyükçekmece

Haftalık seyahat ve kültür yayını Soli’de sınırların duvarlarla değil umutlarla çizildiği yerlerde geziniyor, daha önce gitmediğimiz mahallelerde oralı oluyoruz.

Her hafta bir mahallede, bir mahallelinin peşine düşüyoruz, müdavimi olduğu yerlerin, uğramadan geçmediği dükkânların, gün batımı seyir noktasının, hoşsohbet esnafın ve sürprizli sokakların hikâyelerini dinliyoruz.

Takıl peşimize: @soli.community

İletişim:

Çalışma Saatleri:

Her gün 12:00–02:00